Prof. Dr. Erkut ATTAR
erkutattar@kirsehirlilerdernegi.com
BİR BAŞKA KÖROĞLU ÖYKÜSÜ
09/10/2011 Birçok insanlar vardır ki bunlar bileğinin hakkıyla değil de feleğinin hakkıyla bir yere gelmişlerdir. Kimilerinin kuzenleri, kimilerinin kuzuları, mevki sahiplerinin tazıları felek hakkıyla sek sek oynar gibi hayat merdivenlerini atlamışlardır. Şimdi bu mevzuları açık etmeye kalksak biz o feleğe şaşırırken onlar bizim feleğimizi şaşırtırlar. Yüce Mevla mert yakamızı namert ellere vermesin. Namerdin eline, uğursuzun ve çekemeyenin diline düşürmesin, biz gelelim gerçek konumuza, bir gerçek yiğit Köroğlu’na. Felek hakkıyla değil de o zorlu engelleri bazen ne babadan, ne amcadan, ne dayıdan olma iki buçuk ürkek kanatla değil de sadece bilek ve yürek hakkıyla tırmana tırmana çıkanlara rastlanır. O yiğit kimselerin elini eteğini öpmeden, kimselere boyun bükmeden, kimselerin dizinin dibine çökmeden bir lokma ekmek, bir eğri değnek ile yollara düşüp de gelip Bolu’ya padişah olandır. O padişah dört bir yana nam salmış bir deli yiğit, bir dolu bulut, bir halaskar ejderha Köroğlu’dur. Gel gör ki bu iki kapılı değirmende o kaplanlar kaplanı Köroğlu bile kaderinin yettiği yere kadar barınabilmiştir. Kalanlar ve bugün bize kadar gelenler dostluklar, sevgiler, yürekler ve de bileklerdir. İşte bugün biz bu yiğitler yiğidi, hakanlar hakanından ve geçmiş zaman onun yareni bir haddin bilmez üryan Ayvaz`dan ve gidenlerden değil de kalanlardan konuşacağız. Gönüller alacağız gönüller vereceğiz, şu fani dünyada yediğimizden içtiğimizden ziyade gezdiğimizden gördüğümüzden, duyduğumuzdan, bildiğimizden konuşup hoşça vakit geçireceğiz. Mucur’un dualarını yitiremediği, dillerden düşüremediği ve bir küçücük
levha ile adını bir kenara iliştirmek şöyle dursun, sonunda Mucur mezarlığında
üç metre toprağa sıkıştırdığı Kara Doktor’u misali yiğit lakabıyla anılır. Yiğit
Köroğlu da Köroğlu olmazdan evvel Koca Yusuf’un oğlu Ruşen Ali diye bilinirdi. O
Ruşen Ali’yi Köroğlu olup bilmezden önce Ayvaz denilen haddin bilmez de Bolu’da
bir küçük uşaktı. Ne dil bilirdi ne
dilber bilirdi, ne yol bilirdi ne yordam bilirdi. O Ayvaz ki binbir çile ile
edindiği bir babadan kalma sanatını iyi bilirdi, akşam eve ekmeksiz dönmez,
fakire fukaraya ilişmez, küçüğü sever, büyüğü sayar, dediğini koduğunu
kimselerden sakınmazdı. Körün oğluna deli derlerdi ama akıllı bilinen bu Ayvaz
da yeri gelir bir zırdeli oluverirdi. Körünoğlu daha bildiğimiz Köroğlu
olmazdan evvel köylük yerlerde yetim yetme Ayvazı görmüş, bedenine küçük,
yüreğine büyük bu serdengeçtinin yiğitliğini bilmiş ve onu kendine yaren edinmişti.
Yiğit yiğide muhtaç olur, Kadir Mevla namerde muhtaç etmesin. Bu iki yiğidin
yürekleri de kavgaya girmiş kalkanlar gibi birbirini kâh dövmüş, kâh sevmişti.
Kaç bin kelle doğramış o keskin kılıçlar nefeslerine kadar dayanmış, gel gör ki
tenlerine değmemişti. Yiğitlerin dostlukları da işte böyle çetin olurdu... Bu iki yiğit, bey oğlu beylere
deliduman name dizmişler, hinoğlu hinlere derin mezar kazmışlar, bilinmedik
yollar tozmuşlar, duyulmadık eller gezmişlerdi. O Körün oğlu Silistre’den,
Kizir’e kadar hiç durma at binmiş, Çamlıbel’de şansın dönmüş bir deliydi. Gün
gelmiş Kıratını Çamlıbel’e çekmiş meşe sazını ustalara kayırtmıştı. Ağalara
beylere ferman veren, eşe dosta derman veren, dilberlere diller döken o ince
sazı kayırtmıştı da varalım bakalım dinleyene ne söylemişti. “Gel Kırat'ım kulağını
çekeyim Bozburundan aşırayım yolunu Nazlı Kırat Çamlıbel'dir
geldiğin Baş üstüne koymuşlardır bin
başı Mail oldum hünerine postuna Köroğlu
yiğit olup Çamlıbel’e çıkmış, kargı salmış nice uğru deşmiş, kılıç öşürmüş nice
kelle kesmişti. Gel zaman git zaman tuttuğu yurda alışmış, çoluğa çocuğa
karışmış, devran dönmüş geçtiği yolları unutmuştu. Yaz olur elden geçen bir
elçi, güz olur pazar eden bir çerçi kendisini tanıyacak olurdu ki dertli âşık
sazına iki dokunurdu, tanıyan da tanımazlıktan gelirdi. “Köroğlu dediğin delinin
biri
Yüce dağlar başında bir çıtak
kartal yalnız uçarmış, bir alageyik sabır çekermiş. İnsanoğlu yaşlandıkça yarenine
sevdiğine dostuna daha da hasret çekermiş. Seri hoş olan seferden, yarı taş
olan yoldan kalırmış, o Ayvaz ki Bolu illerinde ağalara, beylere kafa
tutadursun varalım bakalım o hikmeti yüksek gönlü alçak Körünoğlu Çamlıbel’den
Ayvaz’a söz götüren bir yolcu aşığa ne söylemiş. “Benden selam eylen Bolu Beyi'ne Ayvaz uzaklardan
gelen bu yolcu aşığı Köroğlu’nun telinden dinlemiş, doymuş gözünden iki damla
yaş süzülmüş, kopası dilinden iki inci laf dökülmüş; duyalım bakalım o gidi Ayvaz
o Köroğlu’ndan söz getiren, kaş altından göz getiren, kış ayından yaz getiren o
yolcu aşığa ne yanıt vermiş: Uzamış sazın teli gelinmez yoldan aşık, Alınmış atın yeli bilinmez ilden aşık, Çağlamış gönlün seli durulmaz dilden aşık Sakınsın fani dünya yarı görmeye geldim... Bir garip Ayvaz’dım nice illere bey oldum Bir deli doluydum nice dertlere ney oldum Bir bilinmez cahildim ulemaya huy oldum Geçilsin fani dünya canı görmeye geldim Taze çiçek kızıl nar olur dalda kalmaz Dost dilinden dökülür inci elde
kalmaz, Yar yürekten akan kanlar yerde
kalmaz, Yıkılısın fani dünya hanı
görmeye geldim... Eski yiğitler at binmeye görsün yerler gökler toz duman olur. Çelik gibi bilekler kalkan tutmaya, yay
germeye gelsin dağlar taşlar seda verir.
Kocamış âşıklar saz çekmeye dursun dünya alem sesin gelir. Çamlıbel’de
düğün dernek kırk gün kırk gece sürmüş, Köroğlu’nun mekânında kırk bin davul
dövülmüştü. Kırk bin anılar söylenmiş, kırk bin diyarlar bilinmiş, kırk bin
gönüller alınmış, kırk bin gönüller verilmiş; sayılı gün çabuk biter, kırk gün
kırk gece de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmişti. Günler günleri, yıllar
yılları kovalamış dert durmuş, devran dönmüş. Kah sofralar kurulmuş, kah ayrı
durulmuş. Yeri gelmiş dertlere dem, yeri gelmiş ağızlara kem vurulmuştu. Hay
edende haylar tepilmiş, huy edende huylar tepilmiş. Günü geldiğinde, Ayvaz’ın
gören iki gözü o deliler delisi Köroğlu son sözünü yerden bitme, yetim yetme
Ayvaz’ına söylemiş de varalım bakalım ne söylemiş. “Kocadım belim büküldü Feleğin n'olduğun bildim Fani dünya bu bir ateştir gelinir geçilir. Âşık
Veysel’in dilinden ilki kapılı şu handan ne koç yiğitler, ne hanlar, ne
padişahlar geçmiştir. Sultan Süleyman’a bile kalmayan şu fani dünyada geride
kalanlar insan için yapılan hizmetler, anılar ve sevgilerdir. Ne mutlu memleket
ve millet sevgisini, dürüstlüğü, hakkı ve hukuku düstur edinip de dünya
malından yüzün dönüp, şan ve şerefle yaşayıp ölene. Hanlar hanı Alparslan Han
der ki “benim illerimde adaletsiz ve
haksız yere bir kişinin saçının teline zarar gelse Allah onun hesabını benden
sorar.” O yüce Allah ‘da Malazgirt
ovasında aynı gönül rahatlıyla nazmazın kılıp, kılıcını kuşanan ve atının
kuyruğunu sağrısına dolayıp da o mübarek ordunun ve askerin önünde savaşan o
yiğidine, adına bugün kimilerinin bilerek veya bilmeyerek Kapadokya, bizim ise
can Anadolu dediğimiz illeri verir. İşte böyle sevgili dostlar, insanın hakkını
bu dünyada zaman, öbür dünyada divan verir. Hak ve adalet için tufan geldiği
zaman Haktan, ne hanlığınız, ne sultanlığınız, ne mal mülk verip zengin
ettiğiniz kimleri, ne de bu dünyanın gemileri kurtarır sizi. Ey o mübarek
topraklar içindeki Kırşehir ili, işte bu da bilene, duyana ve anlayana bir başka
Köroğlu öyküsüdür! Allaha
emanet olun sevgili dostlarım. Saygılarımla, Prof. Dr.
Erkut Attar |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
VİCDAN ve ADALET - 30/10/2011 |
Ustalar - 05/10/2011 |
Ahiliğin Düşünsel ve Edimsel Özü - 25/09/2011 |
Unutulan Bayrak - 18/09/2011 |
Aşıklar - 04/09/2011 |