12/07/2012
Aydının özelliklerinin yanında, "aydın"
denilmesindeki farklılıklar ve aydının tolumdaki yeri, vazifesi de
başka başka algılanır. Çanakkale'de savaşa götürülen medrese
talebeleri, memleketin okumuş insanları, sanki özellikle toplu bir
imha hareketiyle bertaraf olmaları için oraya sevk edilmişler
gibidir.İki yüz elli beş bin aydın, devlet adamı olmaya namzet adam,
yok olunca yeni devleti kurma işi oyuncak adamlara,savaştan kaçan
korkaklara, dönmelere, isim değiştiren katillere, masonlara
kalmıştır. Katlanılması acı veren ancak o zaman mecbur olunan bu makus
durumun kötü neticeleri, pis kokuları çok geçmeden ortaya çıktı ama,
onları temizlemek de zorluklarla karşılaştık.
Cumhuriyetin ilk yıllarında "aydın" denilince okur-yazar
olmak anlaşılıyordu. Askerde okuma -yazma öğrenen, çavuş, onbaşı gibi
askerlerden döndükleri zaman "eğitmen" adıyla öğretici görevi
verilerek faydalanıldı.Daha sonra aydın olma ölçüsü biraz irtifa
kazanarak orta ve liseye yükseldi.Hatta lise kadar okunan
fakültelerden mezun olan, yaşları doksanın üzerindeki yaşayan canlı
tarihler de bu gün bile mevcuttur. Altmışlı yıllardan itibaren
üniversite mezunu olmak hedef haline getirildi. Üniversiteler, büyük
ilim yuvaları olarak bilindiği ve sayıları parmakla sayılacak kadar az
olduğu için kırmızı plakalı makam araçları tahsis ettik
rektörlerine.Bu çıta tabii olara yükselerek önce yüksek lisans, sonra
doktora seviyesine, şimdilerde ise bu da yetmiyor iki hatta üç lisan
bilemeye kadar yükselmiştir.
Osmanlının son zamanlarında devlet güçsüzleştikçe aydın
soysuzlaşmıştır. Bu gün ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa zayıflasa,
onların rağbet edilen aydınları birer hıyanet erbabı olmazlar mı?
İngiltere'ye elçi olarak giden, orada gördüğü aklınca ve kendi
psikolojisince "fevkalade bir kabul görüş, değer veriş"(!) olarak
algılayıp bu teveccühün(!) karşılığı olarak İngiliz uşağı,
hayranı,hatta oyuncağı olanlar çıkmıştır.Fransa'ya kaçıp oradan
devleti düşmanla bir olup yıkma gayretleri ile meşhur adamların aydın
tafralarıyla nasıl kabul gördüklerine hepimiz şahidiz.Şimdi de öyle
değil mi? Osmanlının son dönemindeki aristokrat ailelerin bu günküler
gibi Fransa'ya gitmek,Paris'ten alış-veriş yapmak,bu arada birkaç
kelime Fransızca bilmekle aydın olduklarını zannetmeleri elbette
onların aydın oldukları anlamına da gelmez. Evlerinde Fransız işçi
çalıştırmak,çocuk bakıcısını Fransa'dan getirmek hem prestij hem de
sosyal bir sınıf atlama vesilesi sayılırdı.Oysa pek çok batı ile iş
yapan adamın bu davranışı Fransız kadınının aşufteliği ile de
alakalıydı.Cumhuriyetin ilk yıllarında yurt dışına yollanan sanat
erbabının birer hayran olmaktan öte uşak olara dönmeleri,burada da
okuttukları gençlere bu aşağılık ruh halini aksettirmeleri Türk
milletini aydın denilen kurtarıcı,yol gösterici,rehber ile değil, yol
şaşırtan,yolsuz,karanlık adamlarla uğraşmak mecburiyetinde
bırakmıştır.Şu çağda dahi en büyük sıkıntımız, çıkarı için dünyayı
sata bilecek evsafta, kendisini "aydın" yaftası ile yaftalayan ama
milletin asla ona ziyalı adam gözüyle bakmadığı adamlarla uğraşmak hem
zamanımız hem de imkanlarımızı heba etmemize sebep olmuştur.Yani
başımızın belasıdır bu baykuşlar.
Her okur-yazar aydın mıdır? Aydın olmanın ölçüsü fakülte
bitirmek, yabacı lisan bilmek ve doktora yapmakla ölçülür mü? Bu gün
başkalarının emeği olan buluşları intihal yoluyla çalma metoduyla
aşıran adamlardan aydın olur mu? Bilimsel bir gerçeği çalarken vicdanı
sızlamayan adam, memleketinin imkanlarını çalanlarla işbirlikçilik
yapmaktan geri kalır mı? Aydın vicdanlı, şerefli, memleketinin
faydasını şahsi çıkarlarından önde tutan, her işi,her faaliyeti önce
kendi vatanı ve milleti için, daha sonra insanlık için olan adam
olması gerekli midir? Aydın taklitçi mi terakkici mi olmalıdır?
Tekamül ile soysuzlaşma arasında tercihi taklitçi bir soysuzluk mu
tekamülcü bir millilik mi olmalıdır? Buna benzer pek çok soru
sorularak alınacak cevaplara göre bir yön, bir yol, bir gidişat ve
kimlik şablonu çıkararak aydını olmanın ölçülerini ortaya koyabiliriz.
Hayatında hiçbir kitap okumamış adamların tatile
çıkarken yanlarına bir kitap almaları ile evine günlük bir gazete dahi
girmediği halde aydın numaralarına yatıp metre ile ölçüp kütüphane
diye yaptırdığı o mutantan eşyanın raflarını doldurması, gazete dergi
konulacak o şatafatlı ahşabın üzerine birkaç sosyete müptezelliklerini
anlatan ve fotoğraflayan dergi koymaları elbette onlara aydın payesini
vermez. Zaten bu tür adamların ne tatilde ne yolculukta ne evde
istirahatta kitap okumaya ayıracakları zamanları da yoktur. Bu tür
işlerden haz da almazlar. Onlar zevahiri kurtarma derdindedirler
aslında.
Ali Şeriati,"aydının sorumluluğu" isimli makalesinde şunları söyler:
"İkinci sınıf toplumlarda aydın, sadece bir yabancı
dil bilen ve bir sözlüğü kullanabilen adamdır. Gelişmiş birinci sınıf
toplumlarda aydın yön gösteren, tehlikeleri sezdiren, tekamül için
planlar hazırlayan, yeni buluşlarla hem mensubu olduğu devlete hem de
insanlığa yön veren, çaplı bir adamdır.Gerici bir aydın ile ilerici
bir aydın arasındaki fark ise şöyledir,"bu makaleyi ve kitabı ben
tercüme ettim" diğeri ise "şu makale ve kitabın mütercimi benim"
noktasındadır.Modern ve gerici denilenlere bakacak olursak:Gerici eski
elbiselerini, kıyafetlerini koruyan,muhafaza eden geçmiş meselelere ve
hayat şekline önem veren kişidir.Modern kişi ise,"kılık kıyafetlerini
değiştiren,değer yargıları ve hayat şekli değişen, fakat bunu seçerek
araştırarak değil,taklit ederek gerçekleştiren adamdır.Her ikisinin de
derdi modern olmak, çağı yakalamak değildir.Bu sıfatlar tüketim
amaçlıdır.(Ali Şeriati,Olgular sayfa 85)
Kapitalist sistemde ne kadar çok tüketirseniz o kadar makbul
insansınız.Sosyalist sistemde ise ne kadar çok üretir de tüketmezseniz
(çünkü üretmekten proleterya sorumlu,harcamaktan ise partizan) o kadar
sınıf atlayan, makul bir insanız.
"Muhafazakarım" diyerek neyi muhafaza ettiğini, muhafaza ettiği şeyin
gerçekte ne olduğunu bilmeden yaşatmaya çalışmak eskinin kötü bir
taklitçisi olmaktan öteye gitmez. Dün Osmanlının başına kilisenin
fesini korken takip edilen ilericilik yolu nasıl ki bir kaba
taklitçilik idiyse ve rağbet görmemesine rağmen sırf batılı olacağız
hevesiyle yapıldıysa , daha sonra onu kaldırırken karşı çıkış,eskiyi
muhafaza adına karşı duruş da papaz fesini benimseyen,kendisinin sanan
cahiller tarafında mani olunmaya çalışılış da cehalet örneğidir.Ne
dünkü taklitçiler, ilerici ve modern idi,ne kaldırılmasına karşı
çıkarak engel olmaya çalışanlar muhafazakardırlar. Biri mukallit
diğeri mürteci
Necip Fazıl, sözde ilerici adamı şu örnekle ne güzel
anlatır: İngiltere'de bir hipodromda at yarışları yapılmaktadır.Yarış
bin metrelik on turdan ibaret olan bir yarış pistinde
yapılacaktır.Dokuz tane safkan at çıkar meydana. Bir tane de topal ve
uyuz,yürümeye takati olmayan katır çıkar.Katırın komedi olsun diye
çıkarıldığını düşünür seyirciler.Oysa gerçeğin hiç de öyle olmadığını
yarış bitince anlayacaklardır.Yarış başlar.Safkan yarış atları dokuz
tur atmışlar ancak katır sadece birinci turun sonlarına
yaklaşmıştır.Diğerleri son turu atarken o da birinci turu tamamlamak
üzeredir.Diğer atlardan önce bitiş çizgisini geçer.Sahtekar hakemler
daha ilk turu yeni tamamlamış olan katırı birinci ilan ederler.İşte
bizdeki modern,çağdaş, ilerici, asri,muasır adı ne olursa olsun bu
takımın daha dokuz turu vardır ama sahtekar hakemler oyunbaz hakemler
sayesinde bu sıfatı hak etmedikleri halde taşımaya devam
etmektedirler.
Bir milletin en büyük düşmanı cahil aydınlar(!), kolay
kandırılan, satılık adamlar, işbirlikçi entellektüellerdir. Dışarıdaki
size topa tüfekle saldırmaktan çekinir ama bu adamlara her gün her an
saldırmaktan vazgeçmezler.Bu günkü bölücülük hadisesi öyle değil mi?
Her gün başka bir problem çıkararak mensubu oldukları milletin, hem
enerjini,hem de imkanlarını heba ederler. Çünkü her halükarda kazanan
kendisidir.
13-HAZİRAN-2012-ANKARA
SEFER AŞIR ERASLAN
sefereraslan@hotmail.com