10/07/2010
Bizden öncekiler ‘nerede o eski bayramlar !’ deyip, içlerindeki özlemlerini daima dışa vururlardı... Kocadık mı bilmiyorum; eski bayramlar aklıma geldikçe, benim de özlemim artıyor ve ‘hayali cihan değer’ mertebesinde hatırlıyorum: Ne hikmetse aklımdan hiç çıkmıyor eski bayramlar...
Çocukluğum Köyüm Kurugöl’de geçti. 1950’li yıllarda, yani bundan tam yarım asırdan da önceki bayramlar bir başka güzel olurdu... Ekmek elden, su gölden, şekerler ve harçlıklar da büyüklerimizden... “Keşke her gün bayram olsaydı ne iyi olurdu !” derdik. Her çocuğun umudu, hayali böyle işte... Benim daha farklı düşünmem mümkün mü o yaşlarda ?
Anam, arefe günü akşamı banyolarımızı yaptırırken “Sabunu bir daha o dükkândan alma. İyi köpürmüyo, içinde daş çıhıyo, uşahların sırtını cızıyo, gardaşım Ahmet hangi dükkânda almışsa, sen de o dükkândan al emi !” diyerek, babamı ikaz ederdi.
Sabah, Bayram namazına camiye götürüleceğimiz için erkenden yatırılırdık. Yatarken de tüm ‘acer’ (yeni) esvaplarımızı başucumuza hazır ederdik. Anam ellerimizin bayramlık kınasını da yaktığı zaman sevinçten uçardık ki, uyuyabilene aşk olsun.
İç çamaşırlarımız beyaz Amerikan kaput bezindendi. Üstüne çizgili ketenden yakasız yelek (yani gömlek) giydirilirdi. O yıllarda dikiş makinesi olmadığı gibi, konfeksiyon üretimi de henüz bilinmediğinden bu giysileri analarımız ellerinden dikerlerdi. Özellikle cicili-bicili renklerle boyanmış, koyun yünlerinden örülmüş yün çoraplarımız olurdu. Soğukkuyu lâstik ayakkabılarımızın çamurlarını akşamdan silerdik. Kadifeden siyah renkli pantolonlarımızın üstüne lacivert çulhaki ceketlerimizi de çektik mi; besmele çekerek evden çıkar ve sabah erkenden caminin yolunu tutardık.
Bayram namazından sonra “Gö Hoca”nın eli cami içinde mutlaka öpülecek ve hayır duası alınacak. Hocamız “Berhûdar ol ! Allah tekrarına erdirsin !” demezse; öbür bayramı belki göremeyebilirmişiz.
Bayram harçlıklarımızı caminin çıkışında kapıda alırdık babamızdan. Zira bayram sabahı cami önüne çerçilerin kurduğu tezgâhlardan halkalı akide şekeri alıp yemek için sabırsızlanırdık. Kabuklu fıstık, kırık leblebi, kuru üzüm ve keçi boynuzu da çerçilerden satın aldığımız çerezlerdi.
Bayram gezmelerine gittiğimiz evlerde çocuklara lokum, kâğıtlı şeker, çikolata gibi tatlılar ikram edilmezdi. Nedenini pek bilmiyorum ya, lokum oldukça pahalıydı sanırım. Ülkemiz kâğıtlı şeker ve çikolatayla henüz yeni yeni tanışıyordu ki; medeniyet harikası bu tür tatlılar, hem ekonomik kısırlık ve hem de eşek ve atlarla yapılan çerçilik ticaretine uygun buzdolapları geliştirilmemiş olduğundan olsa gerek, köyümüzün kıt’a sahanlığına giremezlerdi...
Büyüklerimizin ellerini öpmek ve bayram hediyelerimizi almak için akranlarımızla gruplar oluştururduk. Topladığımız şeker ve çerezleri ceket ve pantolonlarımızın ceplerinde veya anamızın verdiği bez torbalarda biriktirirdik. 300 haneli Kurugöl’ü baştan son eve kadar tek tek gezerdik. Kâğıtlı şeker henüz piyasada yeni yeni görülüyordu demiştim; ki ancak birkaç evde verilirdi. Diğer evlerde de mısır patlağı kavurgası, buğday ve çetene karışımı kavurga, köftür, kuru üzüm ya da ceviz verilirdi. Şekerden başka ikramlara ilgi duymadığımızı hâlâ hatırlıyorum.
Kurban Bayramlarında bayram gezmelerimiz sadece bayramdan bayrama görebildiğimiz etleri yedikten sonra başlardı. Analarımız başımızın ağrımaması için parmağının ucuyla alnımıza kurbanın kanını sürerdi. Bayram gezmelerinde cicili bicili giyimli halimizi gören komşu kadınlar “Anası da Bayram Koçu gibi süslemiş oğlunu maşallah ! Nazarımız değmez inşallah !” sözleriyle usûlen iltifat ederlerdi.
Demir paralar çok kıymetliydi... Bunlara “Bozukluk” denirdi. “Banknot” denen kâğıt paralara kıyıp bizlere harçlık verenleri hiç hatırlamıyorum.
Kurugöl’lüler kâğıt paralara banknot demezler, yöresel dille ‘Pangınot’ derlerdi. Ben kâğıt parayı harçlık alamadan büyüyen şanslılardanım. Kâğıt paraların satın alma gücü çok yüksekti. Zira “çocuklar bu paraların kıymetini bilemezler (miş) !” kanaati hâkimdi. O tarihlerde büyüklerimizin verdikleri ‘Bayram Harçlıkları’mız en fazla 25 kuruştu. Delikli demir paralar, kenarı tırtıklı paralar, üstelik kuruşlar piyasada geçerliğini koruyordu. Kuruşun as katı olarak “santim” denen meblâğ da matematiksel para sıfatıyla geçerli ise de; bu para ortalıkta pek görünmezdi. Ancak çok büyük alışverişlerde “Genel toplam”ı etkileyen birim idi. On para vardı ve kıymetli bir paraydı. Kırk para bir kuruş, yüz para da ikibuçuk kuruş kıymetinde idi. Bir çocuğa “Bir” lira, yani “Yüz kuruş” bayram harçlığı verilmezdi. Esasen 50 kuruşa çerçilerden çok öteberi alınırdı. İyi bayram harçlığıydı 50 kuruş... Bununla mantar tabancası, mantarlar alınır, patlatılır; çıkardığı gürültülerden büyük keyifler alır, bayramın tadını çıkarırdık. Çıt-pıtların çıtırtıları heyecan yaşatmazdı.
Bayramlarda arkadaşlarımızın ellerindeki kınaları incelemek çok hoş olurdu. Yine arkadaşlarımızın bayramlık yeni giysilerini bir bir incelediğimizi hiç unutmuyorum. Hacc’dan gelenlerin hediye ettikleri kınanın kaliteli ve mübârek olduğuna hükmedilirdi.
SÖZÜN ÖZÜ: Şu önemle ve özellikle bilinmelidir ki; bana göre ‘mübârek’ olan ‘gün’ veya ‘kına’ değil; o günü, mutlu ve mükemmel yaşamaya hakkı olan yaratılmışların en şereflisi ‘İNSAN’dır. İnsanların birbirlerine verdikleri değer ve saygınlık arttıkça, insan da bunun farkında olup hissettikçe ; yaşanan her gün ‘mübârek’ ve her gün ayrı bir ‘bayram’dır... Kutlu olsun !... Duran ERDOĞAN
Kırşehir Anekdotları Yazarı